Yürürken en çok yaptığım şeylerden biri düşünmek bir diğeri ise gözlemlemek oluyor, bazen kendimi bazen kendi dışımda olan şeyleri gözlemliyorum. Bazen bedenim yürürken zihnim başka alemlere gitmiş oluyor, bir ara zihnimle bedenimi bir araya getirdiğim anlar da oluyor, çoğunlukla ayrı takılabiliyorlar. Kendimi kendi halime bıraktığımda alışkanlıktan olsa gerek yapacaklarım, yapmayacaklarım, yapmış olduklarım ve yapamadıklarım üzerinde dönüp dolaşan düşünceler ortaya çıkıyor. Sanırım az çok hepimizde bunlar var. Yine yürüdüğüm anların birinde çektim bu fotoğrafı, yazının başında olan kaplumbağayı. Genelde karşılaşırız, o da yürür ben de. Bilmiyorum hepsi birbirine benziyor, aynısı mı başka bir kaplumbağa mı! Çok da önemli değil bu kısmı. Bişey dikkatimi çekiyor, genelde gördüğümde durup, eğilip kabuğuna dokunuyorum, hemen kafasını içine çekiyor, bir süre bekliyor, ben de bekliyorum, biraz uzaklaşınca kafasını çıkarıyor, ben yaklaştığımda tekrar kabuğuna gömülüyor. Böyle bir döngü. Ama o döngüyü bozmuyor. Kendini güvende hissettiğinde yürümeye devam ediyor. Hayvanlarla olan bağım sınırlı, bilgim ise yetersiz. Kaplumbağalar şunu şundan dolayı yapar gibi bir donanımım da yok , olsun da istemezdim, merakım insana dair daha çok. O kaplumbağaya dokunsam da onu fırlatsam da sevsem de iteklesem de hep aynı şeyi yapıyor. Kendini güvende hissetmediği anda kabuğuna çekiliyor, mevcut tehlike ortadan kalktığında ya da kalktığını hissettiğinde o da kabuğundan çıkıp yoluna devam ediyor.
Şimdi gelelim bize, bizde durumlar nasıl acaba? Geçmişte ya da gelecekte, olmuş ya da olabilir olma durumunda olan her şey bizi kabuğumuza çekebiliyor, şuanda olan bişey de olabiliyor çoğu zaman. Ne olabilir bu durumlar, eşimizle çatışmamız, çocuğumuzun söz dinlememesi, arkadaşımızın kazık atması, maddi sıkıntılarımız, engellenmişlik hissimiz vs. ne derseniz deyin, herkes için stres oluşturan şey farklı ve özel olabiliyor. Bizim başımıza gelenle kaplumbağanın başına gelenin çok da bir farkı olmuyor. Kaplumbağa ciddi yaralanmadıkça ya da ölmedikçe devam ediyor hem başını çıkarmaya hem yürümeye. Peki bize ne oluyor? Biz niye kabuğun içinde kalıyoruz? Bizim çevremiz, bizim başımıza gelenler ya da gelecek olanlar kaplumbağanınkinden daha mı tehlikeli?
Şöyle şeyler söyleyebiliriz, hayvanların düşünceleri yok, onlar iç güdüleriyle hareket ediyorlar ya da bazılarımız şunu düşünebilir, hayvan işte nolacak çok da önemli değil! Bizim özel ve biricik olduğumuzu kim söyledi! Kim bize o sözü verdi! Kim dedi ki her şey çok güzel olacak , sen fırtına geçene kadar sundurmanın altında kal, hava açarsa yoluna bakarsın? Kim dedi bize yarınımız dünümüzden daha güzel olacak? Aslında kimse söylemedi, iyi de biz bunu nasıl uydurduk?
İnsan olmak sanırım acıyı kabul etmemekle başlıyor, zaten doğarken ölümümüz garanti altına alınıyor, hepimiz bu bilgiyle doğuyoruz, bu sonradan öğrenilen bişey değil. Eskiden küçük çocuklarla çalışırken dikkatimi çeken bişey vardı, 2,3,4 … yaşlarında, çevresinde ölüme dair bir yaşantı yaşamamış ama hemen hepsinin ben de ölecek miyim? diyerek anne/ babalarına sorduğunu, onların da panik halinde bize geldiklerini. Çocukların ölüm korkusunun üstünde hiç durulmamıştı, ama hemen hepsi bu gerçeği biliyordu, dilleri dönenler ifade ediyordu sadece. Sayısal olarak bir veri veremem ama bu konuda ciddi bir sayı olduğunu söyleyebilirim. Küçücük çocuklarda bile bu bilgi var ve bişekilde hazır olunduğunda dile dökülmeye başlıyor, yani sonradan gelmiyor, sadece açığa çıkıyor. Neyse konuyu dağıtmadan, çocuklarda olan hepimizde var, bu bilgi hepimizde var ama yine de bu bilgiyi yaşamı deneyimlerken yok sayıyoruz. Hiç öyle bişey yokmuş gibi yaşıyoruz ya da yaşamak istiyoruz. Yaşıma göre kendimi daha olgun bulurum çoğu zaman, 20li yaşlarda herkes kendini ‘salarken’ ben bunu gönül rahatlığıyla yapamıyordum. Buradaki salmaktan kastım kendilerini olduğu haliyle kabul edip ifade etmek değil, daha çok haz peşinde olan, acıdan kaçınılan bir durum, kendileri ve haz veren şeyler dışındakileri yok sayan, görmezden gelen bir salış durumu yani. Onlar ya da çoğu insan ‘anın tadını’ çıkarıyorken ben kendimi ve etrafımı izliyordum. Hatta bir ara yaşamımda olan bir sıkıntımı paylaştığım bir arkadaşım beni o zamanki ’değerlendirmesiyle’ çocuk gibi bulduğunu söylemişti. Neden öyle söylediğini sorduğumda çok taktığımı söylemişti 🙂 O zaman hissettiğim beni anlamadığı, o kısımın daha onda gelişmemiş olduğuydu. Hayatın içindeki dertleri, tasaları, acıları yok sayıp hatta onlarla bir arada olmayı kafaya fazla takma olarak yorumlamak, hayatın gerçek içeriğini anlamamış bir algının bakış açısıydı. Bugün yine burada, o yaşımın iki katı olan yaşımda yine aynı hissiyat içindeyim. Hayatın içindeki gerçek olan şeyler, haz peşinde koşmak isteyen insanlar tarafından kurtulunulması gereken, rahatsız edici durumlar olarak görülüyorlar. Nasıl mı? Örneğin 2 aylık bebeği olan bir anne, bebeğim gece 2 saatte bir uyanıyor, bunu kaldıramıyorum artık diyor; işe başlaması gereken biri ama bu çok zor, ben onca şeyi kaldıramam, sabahın köründe işe gidemem diyor; hayatı boyunca iki saat sandalyeye zorunlu haller dışında oturmamış bir genç, içinde bulunduğu sistemin kendisine dayattığı sınava girerken bu çok zor odaklanamıyorum, bu beni rahatsız ediyor, diyor. Evliliğinde mutlu olmayan ama değiştirmek için ciddi anlamda bir çaba göstermeyen biri , ben buna dayanamıyorum, diyor. Yani içerikler değişse de olay hep aynı. Yaşamın getirdiği zorluklar var ve insan olarak kolay olanı istiyoruz. Hayatımız bir dağ ise, bizim hayat boyu görevimiz de o dağın tepesine çıkmak ise; ama bu çok zor, ben buna çıkmak istemiyorum, bunu yapmak istemiyorum demek yarı yolda kayalıklara sarılıp öylece beklemeye beziyor. Dağın kendisine tırmanmak değil de oradaki yapışıp bekleme hali insanı hasta ediyor. Dağa çıkmak zor, zaten hayatın kendisi zor, tekrar diyorum kim uydurdu ki kolay olan var diye. Dağ bizim hayatımız ve biz de tırmanan insanlarız. Bazen ayaklarımız ellerimiz kanıyor, bazen basınçtan kulaklarımız çınlıyor, bazen de gördüğümüz manzaralar tarifsiz. Hayat da böyle, güzel anlar da var, kötü anlar da. Bunların bir bütünü.
Dönelim kaplumbağaya, kaplumbağa da bizim gibi ama bizden daha bilge. O ölümlü olduğu donanımına uygun yaşıyor. Her şeye zamanı gelince, gerektiği şekilde uyum sağlıyor. Ölmemişse saatlerce kabuğunun içinde duran kaplumbağa görmedim.
Doğada olalım, diğer canlıları izleyelim, bulursak tepelere çıkalım, hareket edelim. Ayak iki tane, el iki tane . Kullanalım onları. Hayatın zorluğu hasta etmiyor, ondan kaçmak isteği hasta ediyor. Bazen zihnimiz bütün bedenimizi ele geçiriyor, ondan sonra ama yapmak istemiyorumlar başlıyor ya da ama yapamamlar geliyor. Zihninize rağmen yürümeye devam edin, hareketli kalın. Ben de kaplumbağadan öğrendiklerimle yürümeye devam ediyorum, sağlıcakla.