Eski zamanlarda, daha renkli televizyonlar bile yokken sokakta oynadığımız oyunlar vardı. İp atlama, yakar top, seksek, misket….daha sayamadığım birçok oyun. Sanırım en sevdiğim misketlerdi, rengarenk, ışıl ışıl ve pürüzsüz. Etrafımdaki en güzel nesnelerden biriydi bu misketler. Şimdi ne alaka diyeceksiniz bu misketler. Geçmişten bu güne doğru gelirken bakıyorum da insanın hayatında neler var yaptığı, elinde tuttuğu, nelerle kendine değer biçtiği. Çocukken ne kadar çok bu misketlerden kazanırsak kendimizi o kadar iyi ve güçlü hissederdik, şimdi ise büyüdük ve misketlerin yerini parayla alabildiğimiz şeyler aldı: Güzel bir ev, lüks bir araba, pahalı kozmetik ürünler, elbiseler, havalı meslekler, çocuklarımızı yolladığımız pahalı özel okullar ve daha birçok şey. Kişi bu sahip olduğu şeylerin sayısı oranında kendini özel ve önemli hissediyor ama bir yandan da yetmiyor, daha çoğuna, en iyisine sahip olmalı, bazen o kadar ileri gidiyor ki kendine ‘değer ‘ katmak adına kendince değerli gördüğü kişilerle yapay ilişkiler kuruyor, onların o değerine dolaylı yoldan sahip oluyor. Artık büyüdük ve anlıyoruz ki bunların hiçbiri gerçek değil ve bizi hayatın içinde değerli ve önemli yapmaya yetmiyor; aksine bizi insan olmanın o sıradanlığından da uzaklaştırıyor.
Sahip olduklarımız biz değiliz, sadece avucumuzdaki misketler misali, bugün sahibiz, yarın ise elimizden gitmesinin şaşkınlığı içinde kaldığımız sıradan şeyler.
Özetle insan olmak sahip olduğumuz şeylerin çok ötesinde, bunu anlamak için uzun bir yol gerekiyor , bu yol uzun, çetrefilli, kayıplarla dolu ama sonunda seni bambaşka bir hal’e dönüştürüyor.