Acının değdiği insan
Bir yerde okumuştum, acı çekmemiş insanla yapılan her sohbet gevezeliktir, diye. Emile Michel Cioran yazmış, kitabını okumadım, okumayı düşündüklerim arasında yerini aldı, kitabı okumamakla birlikte bu cümle o kadar şey anlattı ki, bunu bir yazımın başlangıcı yapmak istedim. İşim insan olunca yazacak şey de çok oluyor, her insan bir kitap misali. Bugün acıdan konuşmak istiyorum.
Ruhsal acı, insanı yaralayan şeylerden sonra duyulan duygu. Tarifi bu kadar. Ne sizi yaralamışsa ruhunuza acı veriyor. Kimisi için bu çocukken yaşadığı dışlanma, kimisi için kayıplar, kimisi için yolunda gitmeyen ilişkiler… Her insanın acı deneyimi farklı farklı da olsa, acı yaşayan insanın silueti benziyor. Acı çekmiş insan fark ediliyor. Eskiden tanıdığınız biriyse bu kişi görüntüde değişmese bile siz onun değiştiğini görüyorsunuz. Bazılarında değişimler fiziksel de olabiliyor. Acı yaşayıp da değişmeyeni görmedim. Acı insanı değiştiriyor, bazılarını da dönüştürüyor. Acı bir top kumaş misali, alıp dolaba kaldıranı da gördüm, açıp yıkayıp asanı da, o kumaştan elbiseler dikeni de, alıp atmaya çalışanı da. Ne yaparsa yapsın o kumaş onda bu gerçek değişmiyor, ama o kumaş o insanı çok değiştiriyor.
Bazı insanlar bu deneyimle çok çok erken yaşlarda karşılaşıyor, bazıları daha sonraki yaşlarda. Yaş küçük olunca acıyla baş etmek de bir o kadar zor oluyor, ancak yanımızda sırtımızı sıvazlayan güvendiğimiz insanlar olduğunda daha az zararla atlatabiliyoruz. Hayatı boyunca hiç acı çekmemiş, görece pamuklar arasında büyütülmüş insanları ise çok şansız görüyorum, evet evet şansız. Niye mi şansız, düşünsenize her şey çok iyi gidiyor, hep hayatın bahar mevsimini görmüşsünüz, her şey olumlu. Ama acının değmediği bir canlı yok, acıyla temas bu anlamda çok dağıtıcı olabiliyor. Bazen hayat kişiye çok korunaklı olmasa da kişiler öyleymiş gibi yaşayabiliyor, her şey güzel, mükemmel, merkezde kendi var, her şey kendi etrafında dönüyor, her şeye gücü yetiyor, her şeyi kontrol ediyor, her şeyi kendinden biliyor. Ben böyle insanları boş olarak görüyorum, içi havayla doldurulmuş uçan balonlar. Ayağı yere basmayan, havada uçan, bir rüzgarla alaşağı olan insanlar. İçleri hava dolu olduğu için diğerlerine de yaşama da tepeden bakan insanlar. Bunlar da hemen belli oluyor, her ortamda fark ediliyorlar, o kadar basit ölçüleri var ki, insanlara, olaylara yaklaşımları basit düzeyde kategorizelerden ibaret. Mükemmeli oynayanlar bu tarz insanlar, biliyoruz ki acı çeken insanın mükemmel olması imkansızdır, acı insanı büyütür, olgunlaştırır, olaylar karşısında deneyim sahibi yapar, daha bilge yapar. Bilmiş değil bilge. Bilmişlik okumaya bakar, bilgelik ise deneyimlemeye. Keşke acı olmasaydı, hepimiz havada uçan içi hava dolu boş balonlar gibi takılsaydık, rüzgar da esmeseydi, her şey bahar tadında olsaydı; ama ne mümkün, hayat bu, acının değmeyeceği bir insan yok. O yüzden mükemmelmiş gibi görünen insanların ya şimdilik acı yaşamadıklarını ya da yaşadıkları çok ağır acıları yok sayıp tıpkı bir top kumaşı dolaba kaldırıp bakmamak gibi, her şeyden muafmış gibi davrandıklarını unutmayalım. Hayatı sürekli bahar tadında yaşayana çetin kışlar yaralayıcı gelebilir; ancak çetin kışların güzel bir yönü ise bittiğinde insanı daha da güçlü ve hazırlıklı yapar. İnsan olanın acısı olur, acısı olanın olgunluğu olur. Acıyı karşılama biçimimiz ise bize kalmış, kumaştan elbise yapmaya daha çok ister, ama şimdilik dolaptan çıkarıp havalandırıp gülümseyerek yerine koymayla yetiniyorum, dikiş becerilerim arttıkça ondan bir şeyler dikmeye niyet ettim. Acı dönüştüğünde yerini anlayışa, merhamete, kabule, koca bir evrende bir zerre misali olmanın farkındalığına, her şeyi olduğu gibi görmeye bırakır, kimseyi ne yüceltir ne alçaltır, herkes insandır , doğar, yaşar, acı çeker, mutlu olur, nefes alır, nefes verir. Bunun farkında olmadan sadece hayatın baharlarını görüp bunları umut etmek ise daha büyük bir acıdır, hayal kırıklığıyla gelen.